ISSN: 1307-279X
YEDITEPE MEDICAL JOURNAL - YMJ: 8 (29)
Volume: 8  Issue: 29 - 2014
1.DIAGNOSTIC VALUE AND FEASIBILITY OF ULTRASONOGRAPHY IN ULNAR NEUROPATHY AT THE ELBOW
Fatma Nur Boy, Feyza Unlu Ozkan, Ilknur Aktas, Hakki Karakas Muammer, Goncagul Bulbun, Duygu Geler Kulcu, Pınar Akpınar
Pages 715 - 723
Amaç: Ultrasonografinin dirsek düzeyinde ulnar tuzak tanısında kullanımı halen sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı dirsekte ulnar tuzak nöropatisinde ultrasonografinin tanı değerini ve uygulanabilirliğini göstermektir., Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmada klinik ve elektrodiagnostik çalışmalar ile dirsek düzeyinde ulnar nöropati tanısı almış 33 hasta ve kontrol grubu olarak 16 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Ultrasonografi ile medial epikondil düzeyinde, medial epikondilin 4 cm proksimali ve distalinde ulnar sinirin çapı ve kesitsel alanı ölçüldü. İstatistik analizlerde student t ve nonparametrik değişkenler için Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bütün testler p<0.05’te, %95 güven aralığıda anlamlı kabul edildi. Sonuç :Hasta grubunda ulnar sinir çapı medial epikondil düzeyinde (3,74±0,86 mm; 2,5–6,3 mm), proksimalde (2,68±0,31 mm; 2,1–3,3 mm) ve distalde (2,37±0,30 mm; 1,9–2,9 mm), kontrol grubuna göre (2,75±0,37 mm; 2– 3,5 mm; 2,16±0,26 mm; 1,6–2,7 mm; 2,16±0,27 mm; 1,7–2,6 mm, sırasıyla, p<0,01) anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Hasta grubunda kesitsel alan ölçümleri de medial epikondil düzeyinde (9,79±4,70 mm; 4-25 mm) ve proksimalde (4,09±0,84 mm; 3-6 mm) kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu (5,06±1,19 mm; 3-7 mm; 3,0±0,51 mm; 2-5 mm, sırasıyla, p<0,01). Distalde kesitsel alan hasta grubunda kontrol grubuna göre yüksek olmasına rağmen bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05). Sonuç :Ultrasonografi bulgularımız, dirsekte ulnar nöropati tanısında klinik ve elektrodiagnostik bulgular ile uyumlu bulunmuştur. Ultrasonografinin dirsekte ulnar nöropatide tanısal tarama metodu olarak kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Objectives: Although ultrasonography is currently used in daily practice in the evaluation of soft tissue problems, its use in diagnosis of ulnar nerve entrapment at the elbow (UNE) is still limited. The purpose of this study is to demonstrate the feasibility of ultrasonograpy in UNE. Methods: This prospective study included 33 ulnar nerves of 33 consecutive patients ( 45,2 years, range: 23–69 years, 15 men and 18 women) with the diagnosis of unilateral UNE on clinical and electrodiagnostic studies and 32 ulnar nerves of 16 healthy volunteers ( mean age: 35,5 years, range: 26–62 years, 9 men and 7 women) as a control group were examined. The minimum and maximum diameters of the ulnar nerve and the cross sectional areas (CSA) at the level of the medial epicondyle, 4 cm proximal and 4 cm distal to the medial epicondyle. In statistical analysis, comparisons were made using student t tests. The Mann- Whitney U test was performed for the nonparametric variables, and all tests were considered significant at p<0.05 in 95% CIs. Results: The maximum diameter of the ulnar nerve at medial epicondyle (3,74±0,86 mm; 2,5–6,3 mm), proximal (2,68±0,31 mm; 2,1–3,3 mm) and distal to the medial epicondyle (2,37±0,30 mm; 1,9–2,9 mm) were significantly larger in patients when compared to the same parameters at the same levels in control subjects (2,75±0,37 mm; 2–3,5 mm; 2,16±0,26 mm; 1,6–2,7 mm; 2,16±0,27 mm; 1,7–2,6 mm, respectively, p<0,01). The CSA of the ulnar nerve at medial epicondyle (9,79±4,70 mm; 4-25 mm) and proximal (4,09±0,84 mm; 3-6 mm) to the medial epicondyle were also significantly larger in patients when compared to the same parameters at the same levels in control subjects (5,06±1,19 mm; 3-7 mm; 3,0±0,51 mm; 2-5 mm, respectively (p<0,01). The CSA distal to the medial epicondyle were larger in patients when compared to the CSA at the same level in control subjects, but this difference was not found statistically significant (p>0,05). Conclusions: Our ultrasonography findings are consistant with electrophysiologic and clinical findings in terms of identifying patients with UNE. Ultrasonography can become a screening imaging modality in patients with UNE.

2.EVALUATION OF DEPRESSION AND SLEEP QUALITY IN PATIENTS WITH SOLID TUMOR DURING CHEMOTHERAPY
Ozlem Uysal Sonmez, Serdar Olt, Selcuk Yaylaci, Mehmet Akif Ozturk, Meltem Baykara, Erkan Arpaci, Hasan Ergenc, Cengiz Karacaer, Jalan Ergonenc, Orhan Onder Eren, Ali Tamer
Pages 724 - 729
Kanser başlı başına bir stres halidir ve pek çok psikiyatrik hastalığı beraberinde getirir. En sık görülenler depresyon ve uyku bozukluklarıdır. Bu çalışmada kemoterapi alan kanser hastalarında depresyon ve uyku kalitesinin değerlendirilmesi amaçlandı. Bu çalışma Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Onkoloji polikliniği tarafından takip edilen ve kemoterapi alan 123 kanser hastasının anket değerlendirilmesi sonucunda yapıldı. Veriler Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi ölçeği (PUKİ) kullanılarak elde edildi. Beck depresyon ölçeğine göre hastaların %12,2’sinde major depresyon, %27,6’sında orta derecede depresyon, %31,7’sinde hafif derecede depresyon saptandı. Hastaların uyku durumu Pittsburg uyku ölçeği analiz edildiğinde %63,6’sında uyku kalitesinin bozuk olduğu saptandı. Bu çalışma ünitemizde kemoterapi alan solid tümörlü hastalarımızda gerek depresyon gerekse uyku kalitesi bozukluğu oranlarının literatüre oranla yüksek olduğunu gösterdi.
Cancer is a stressful situation itself and brings along a number of psychiatric disorders, which are frequently encountered as depression and sleep disorders. The purpose of this study was to evaluate the depression and sleep quality in cancer patients receiving chemotherapy. 123 cancer patients receiving chemotherapy at Sakarya University Faculty of Medicine Training and Research Hospital were evaluated by questionnaire. Beck Depression Inventory (BDI) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) were used to obtain data of the study. Major depression was detected in 12.2% of the patients by Beck depression inventory, while there was moderate depression in 27.6% and mild depression in 31.7% of the patients. Poor sleep quality was present in 63.6% of the patients according to Pittsburgh sleep scale. This study showed that patients with solid tumor receiving chemotherapy in our unit had higher rates of both depression and sleep quality disorder compared to literature.

3.EPICARDIAL FAT THICKNESS IN HEMODIALYSIS PATIENTS
Aydin Atakan, Beyza Macunluoglu, Yuksel Kaya, Elif Ari, Halit Demir, Cigdem Kaspar
Pages 730 - 736
Giriş ve Amaç: Hemodiyaliz hastalarında kardiyovasküler hastalıklar mortalitenin en önemli nedenidir. Son yıllarda kardiyovasküler hastalık gelişiminde etkili yeni risk faktörü olarak epikardiyal yağ dokusu tanımlanmıştır. Çalışmamızda kardiyovasküler hastalık gelişim riski yüksek olan hemodiyaliz hastalarında epikardiyal yağ dokusunun kalınlığının ölçümü hedeflenmiştir. Metod ve sonuçlar: Çalışmamıza 71 kronik hemodiyaliz hastası ve cinsiyet ile yaş eşleştirilmiş 65 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Epikardiyal yağ okusu, transtorasik Doppler ekokardiyografi (TTDE) ile değerlendirilmiştir. Sonuçta hemodiyaliz hasta grubunda epikardiyal yağ dokusu kalınlığının kontrol grubuna gore anlamlı olarak artmış olduğu saptanmıştır (6.53 ± 1.01 mm vs. 5.79 ± 1.06 mm respectively, p<0.001). Özet: Çalışmamızda hemodiyaliz hastalarında epikardiyal yağ dokusu kalınlığının anlamlı olarak arttığı saptanmıştır.Hemodiyaliz hastalarında TTDE ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığının ölçümü , bu hasta grubunda kardiyovasküler risk tayininde anlamlı olabilir.
Background:Cardiovascular disease (CVD) is the main cause of mortality in hemodialysis (HD) patients. Epicardial fat tissue (EFT) is a new risk factor in CVD. The aim of this study was to determine EFT thickness in HD patients. Methods and results: We performed a cross- sectional study including 71 chronic HD patients and 65 age and sex-matched healthy controls. EFT was measured by using transthoracic Doppler echocardiography. EFT was found to be significantly higher in HD patients when compared to healthy controls (6.53 ± 1.01 mm vs. 5.79 ± 1.06 mm respectively, p<0.001). Conclusion: This study demonstrated that EFT was significantly higher among HD patients compared to healthy controls. EFT thickness measured by TTDE could be a useful marker for CVD risk assessment in HD patients.

4.EFFECTS OF ERYTHROPOIETIN ALPHA ON CIRCULATING CELL POPULATIONS IN AN EXPERIMENTAL MODEL
Beyza Macunluoglu, Aydin Atakan, Elif Ari, Aysun Tulunay, Serhan Tuglular, Cetin Ozener
Pages 737 - 742
Amaç: : Bu çalışmada deneysel hayvan modelinde eritropetin alfa (Epo) uygulamasının endotel hasarının bir göstergesi olan dolaşan matür endotel hücresi (MEC) ve endotel progenitör hücre (EPC) sayıları üzerine olan etkileri değerlendirilmiştir. Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda 16 adet, ortalama ağırlıkları 300–350 gram olan wistar albino cinsi erkek sıçanlar kullanılmıştır ve her grupta 8 adet sıçan olacak şekilde iki gruba ayrılmışlardır. Grup 1 kontrol grubu olup, çalışma boyunca sadece intraperitoneal enjeksiyon yoluyla 0,5cc. serum fizyolojik haftada 2 gün uygulanmıştır. Grup 2’ ye ise çalışma süresince eritropoetin alfa 1000ünite/kg/hafta dozu iki güne bölünmüş olarak intraperitoneal enjeksiyon yoluyla uygulanmıştır. 60 günlük çalışmanın sonunda hayvanlar sakrifiye edilerek alınan kan örneklerinde flow-sitometrik olarak EPC ve MEC sayıları değerlendirilmiştir. Sonuç: Çalışmanın sonunda, eritropetin alfa alan grupta hemoglobin seviyeleri dbeklendiği üzere yüksek çıkmıştır. Eritropetin alfa uygulaması sonucunda dolaşan MEC sayılarında anlamlı azalma saptanırken, EPC sayılarında ise anlamlı artış saptanmıştır. Özet: Eritropetin alfa, çalışmamızda kullanılan doz ve sürede EPC sayısında artışa sebep olmuştur. Eritropetin alfa uygulaması sonucunda EPC sayılarında artış olması, bu molekülün hemoglobin düzeylerini arttırıcı etkisinden bağımsız olarak saptanan yararlı etkilerini açıklayabilir.
Objective: In this study we aimed to investigate the effects of erythropoietin alpha on the number of circulating mature endothelial cells (MEC) and circulating endothelial progenitor cells (EPC) in an experimental model. Methods: Twenty-four male wistar albino rats were used for the study. Rats were divided into two groups, 12 of each. Group 1 received vehicle only (0,5 cc serum physiologic/twice a week by intraperitoneal injection for 60 days), while intraperitoneal erythropoietin enjection (1000unit/kg/twice a week week) was administered to group 2. At the end of the study period rats were sacrified and circulating cell populations were measured by flow-cytometric analysis. Mann-Whitney U test and analysis of variance were used for statistical purposes. Results: At the end of the study erythropetin treatment resulted with higher haemoglobin levels as expected. The body weights at the end of the study were also significantly higher in erythropoietin group. Circulating MEC numbers were significantly decreased with erythropoietin administration while circulating EPC s were significantly increased compared to control group. Conclusion:The study showed that treatment with erythropoietin alpha is associated with an increase in EPC number. These findings may suggest that erythropoietin alpha mediated increase in EPC number could be associated in part with the beneficial effects observed in treated patients, irrespective of the rise in hemoglobin levels.

5.AN UNUSUAL CAUSE OF ARTHRITIS: CARCINOMA METASTASES
Turhan Ozler, Ozlem Uysal Sonmez, Orhan Onder Eren, Isın Dogan Ekici, Melih Guven, Cagatay Ulucay, Başak Oyan Uluc
Pages 743 - 746
Sinovyum solid tümörlerin nadiren metastaz yaptığı bir bölgedir. Literatürde bildirilmiş olan yaklaşık 50 sinovyal metastaz olgusu mevcuttur.En sık primer tümör akciğer olup en sık tutulan eklem diz eklemidir. Bu makalede primeri akciğer dışı olan 2 olgu sunulmuştur. ilki mesane kanserli bir hasta olup, ikincisinin primeri ise kolon kanseridir.
Synovium is a rare site of metastasis for solid tumors. Only 50 cases of synovial metastasis from solid tumors have been previously reported in literature. While the knee is the most common target, most common histological type of the primary is adenocarcinoma and the lung is the most common site of the primary (12 cases). In this article we present two cases of synovial metastasis from non-lung primaries as one patient with bladder cancer and the other patient with colon cancer.

6.INTUSSUSCEPTION AT THIRTEEN YEARS OLD BOY WITHOUT ANY LEAD POINT
Halil İbrahim Tanrıverdi, Ufuk Senel, Sema Tanrıverdi
Pages 747 - 749
İntestinal invajinasyon, çocuklardaki barsak obstrüksiyonlarının en sık nedenlerinden birisidir. En sık görüldüğü dönem beş ile onuncu aylarken, iki yaştan sonraki olgular sadece %10 ile %15 oranındadır. Büyük çocuklarda invajinasyona sıklıkla bir sürükleyici nokta neden olur. Floroskopik redüksiyon sırasında patolojik sürükleyici noktalar gözden kaçarlar. Bu nedenle invajinasyon kliniğiyle gelen büyük çocuklarda radyolojik redüksiyon yerine cerrahi sıklıkla tercih edilir. İleoçekal invajinasyon nedeniyle radyolojik redüksiyon uygulanmadan acil cerrahi uygulanan onüç yaşındaki erkek olgu sunulmuştur.
Intestinal intussusception is the most common cause of bowel obstruction in children. The peak incidence varies from the fifth to the tenth mounth of life, with only 10% to 15% of cases occurring after 2 years of age. It is well established, that in older children intussusception is frequently caused by a pathological lead point. Fluoroscopic images during reduction tend to miss pathological lead points. Therefore, when an older child presents with a clinic of intussusception, surgery is often performed without a radiologically guided reduction. A thirteen years old boy reported who emergency surgery was performed to him without any radiologically reduction because of ileocecal invagination.

7.NEPHROTIC SYNDROME ASSOCIATED WITH ISOTRETINOIN TREATMENT
Beyza Macunluoglu, Aydin Atakan, Elif Ari, Gulcın Kantarcı
Pages 750 - 753
Isotretinoin, orta ve ağır şiddetli akne tedavisinde kullanılan sentetik bir retinoiddir.Isoretinoin tedavisi ile farklı yan etkiler bilinmekte olup, tedavi ile ilişkili böbrek yan etkileri oldukça nadirdir.Bu vaka sunumunda isoretinoin tedavisi altında gelişen nefrotik sendrom vakası takdim edilmiştir. Daha önce bilinen bir hastalığı olmayan 29 yaşındaki bayan hasta periorbital ve alt extremite ödemi ile nefroloji polikliniği'ne başvurmuştur. Klinik ve laboratuvar bulguları sonucu nefrotik sendrom tanısı konulan hastanın hikayesinde tek göze çarpan nokta, 6 ay önce akne tedavisi için 40 mgr/gün dozunda isotretinoin tedavisi başlanmış olmasıydı.Isotretinoin tedavisi hemen kesilerek alf-methyl-prednisolone 1 mgr/kg/gün başlatılan hastanın 3 hafta içinde nefrotik sendrom klinik ve laboratuvar bulguları tamaman düzelmiştir.Sonuç olarak, isotretinoin tedavisinde çok nadir olarak nefrotik sendrom görülebilir ve bu tedavi sırasında ödem yakınması olan bütün hastalarda şüphe uyandırmalıdır.
Isotretinoin is a synthetic retinoid used for the treatment of moderate to severe acne rosacea. Although various adverse effects during isotretinoin treatment have been reported, renal impairment is very rare. Herein we report a case of full-blown nephotic syndrome associated with isotretinoin treatment. A previously healthy 29 year old lady, presented with periorbital and ankle oedeme. Based on the clinical and laboratory findings , she was diagnosed as nephrotic syndrome. A renal biopsy was taken and minimal change disease was diagnosed due to electromicroscopic examination which showed prominent effacement and microvillus formation in the pedicels of epithelial cells in the glomerulus. The only significant point in the history was the use of isotretinoin (40 mgr/day) which had been prescribed six months ago for acne rosacea. Isotretinoin was immediately stopped and she was treated with 1 mg/kg/day alfa-methyl prednisolone. The nephrotic syndrome responded to treatment in 3 weeks. Nephrotic syndrome is a rare side effect of isotretinoin therapy and should be suspected in any patient with oedema formation during therapy.

8.PRIMARY PELVIC HYDATID CYST AS AN UNUSUAL CAUSE OF ADNEXAL MASS IN A POSTMENOPAUSAL WOMAN
Raziye Narin, Mehmet Ali Narin, Deniz Aka Satar, Hakan Nazik, Fulya Adamhasan, Sefa Ozyazıcı
Pages 754 - 757
Postmenopozal dönem adneksiyal kitlelerin malign-benign ayrımını yapmak önemlidir.59 yaşında postmenopozal dönemdeki hasta batında kitle ile polikliniğimize başvurmuş, malignite şüphesi ile hastaneye yatırılmıştır. Araştırmaların kitlenin tanısını belirlemede yetersiz kalması üzerine hastaya laparatomi yapılmış ve kitle çıkarılmıştır. Histopatolojik inceleme sonucunda rektum mezenterinde yerleşmiş kist hidatik tanısı konulmuştur. Hastada daha önce geçirilmiş akciğer ve karaciğer kist hidatiği öyküsü bulunmamaktadır. Pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında kist hidatik gibi nadir nedenleri belirlemek için özellikle endemik bölgelerde yüksek klinik şüphe gerekir.
Postmenopausal adnexal masses are important to make diferentiation of benign-malign disorders. A 59 year–old postmenopausal woman presented with a mass in lower abdomen clinically suspicious of malignancy. Investigations failed to identify the nature. On laparotomy, excision of the mass was done. Histopathological examination identified the lesion as hydatid cyst arising from the mesentery of rectum. The patient had no history of liver or lung involvement. A significant clinical suspicion is necessary in the differential diagnosis of pelvic masses to identify such a rare entity.

LookUs & Online Makale